Saturday, July 26, 2008

geç kalmış bir okuma...
Bugün yaşayan her insanın arkasında otuz hayalet beklemekte... Çünkü bugün ölülerin sayısı canlıların sayısına göre bu orandadır. Zamanın doğuşundan bu yana dünya gezegenine kabaca yüz milyar insanoğlu ayak basmıştır. Bu ilginçtir. Çünkü Samanyolu'nda aşağı yukarı yüz milyar yıldız olduğu saptanmıştır. Buna göre gökyüzünde her canlı için bir yıldız yanıp sönmektedir.
Bu yıldızların her biri bir güneştir. Dünyamıza ışık ve sıcaklığını veren bizim güneşten çok daha büyük ve parlak. Ve çoğunun, belki de hepsinin uydusunda gezegenleri vardır. İlk insandan bu yana gökyüzünde her canlının dünyamız büyüklüğünde kendi cenneti ya da cehennemi olabileceği hemen hemen kesindir.
Sözü geçen ve var olduğu öne sürülen cennet ve cehennemlerin kaç tanesinde canlı olduğu, ya da ne tür canlıların yaşadığı hakkında bir tahmin yürütülememektedir. En yakını, gelecek kuşağın bile hedefi olmaktan uzak Merih aya da Venüs'ten milyonlarca defa daha uzaktır. Fakat bu mesafe giderek yok edilmektedir. Öyle ki, bir gün yıldızlar arasında kendimize benzer canlılarla ya da bizden üstün yaratıklarla karşılaşıvereceğiz.
İnsanoğlu geç bile kalmıştır bu karşılaşmada. Ancak bazıları böyle bir şeyin gerçekleşmemesi isteğindedir. Çoğu, "Kendimiz uzaya gitmeyi göze aldığımız halde ne diye henüz gerçekleşmemiştir bu karşılaşmalar?" demektedir.
Öyle ya, neden? Bu makul soruya verilecek tek bir cevap var. Ancak, şunu da hatırınızdan çıkarmayın: bu hayali bir hikayedir. Gerçek her zamanki gibi çok uzaklardadır.
Arthur C. Clarke

Wednesday, July 23, 2008

whiplash girlchild

When I come to you my sweet mistress
I do not come to feel your sweet caress
I wanna feel some pain
I wanna hurt
Bound by a ball and chain
Treated like a piece of dirt
Come on and let me rock your soul!
Tonight my love is black as coal
When I come to you I must confess
I do not come to ask for tenderness
I want you to treat me harder
I’ll do just what you please
If you ask me to tie your garter
I’ll wind it right above your knees
Come on and let me rock your soul!

Tonight my love is black as coal
When I come to you I must confess

I do not come to ask for tenderness
I wanna be your slave
Under your whip
I’ll do anything you crave
Until you leave this sinking ship
Come on and let me rock your soul!

Tonight my love is black as coal




Kiss the boot of shiny, shiny leather
Shiny leather in the dark
Tongue of thongs, the belt that does await you
Strike, dear mistress, and cure his heart
Severin, Severin, speak so slightly
Severin, down on your bended knee
Taste the whip, in love not given lightly
Taste the whip, now plead for me


Tuesday, June 17, 2008

Heart Of Gold



-sentences.
Sisters, maybe twins, possibly cousins. We won't know unless we see their birth certificates, the real ones, not the ones they use to get ID.
This is what they do for a living. They walk in, take what they need, walk out again.
It's not glamorous. It's just business. It may not always be strictly legal. It's just business.
They are too smart for this, and too tired.
They share clothes, wigs, makeup, cigarettes. Restless and hunting, they move on. Two minds. One heart.
Sometimes they even finish each other's -



From Neil Gaiman's short story "Strange Little Girls"

Friday, May 2, 2008

Friedenspanzer

Böceklerin ve solucanların tadlarının yeniden güzel olduğu bir dünya istiyorum
İsilik çıkarmadan tuvalet suyunu içebileceğim bir dünya istiyorum.

Haber programları favori şovum sayılmaz
Cinayet ve her yerde toplu ölümlerden başka bir şey yok
Savaşın nöbetçileri yeniden serbestler
Kız kardeşler ve erkek kardeşler birbirlerinden yeniden nefret etmeye başlarken

Bombalar düşerken terör hüküm sürüyor
İnsan ırkı kendi nefret dolu yüzünü gösteriyor

Dünyanın kurtuluşu için düşündüşüm şey:
Barış Tankı
Tam kalbine sevgi ateşler
Acısız bir şekilde barış getirir
Barış Tankı

El bombaları yerine çiçekler ateşler
Herkese vuracak, en sert oğlanlara bile
Gaz zehirleri yerine gül kokuları
Pislikle dolu göğü temizler

Bizi asla yalnız bırakmayacak
Sen ve ben ve hepimiz onun cephanesi olacağız

Dünyanın kurtuluşu için düşündüşüm şey:
Barış Tankı
Tam kalbine sevgi ateşler
Acısız bir şekilde barış getirir
Barış Tankı

Ozon deliğini dikecek
Yeni yağmur ormanları büyütecek
Tofu toplarıyla açlığa son verecek
Dünyayı “balina avlanması yasak” bölge yapacak

Neutron bombası bile işe yaramadı
Geride kalan tek bir gerçek çözüm var

Dünyanın kurtuluşu için düşündüşüm şey:
Barış Tankı
Tam kalbine sevgi ateşler
Acısız bir şekilde barış getirir
Barış Tankı
Tüm diktatörlere son verir
Nasıl yapıyo bilmiyorum
Barış Tankı
Tüm kafiyelerde yardım eder
Büyükannenin torbalarını eve taşır
Barış tankı


Call of the Wild

Kuru , tozlu, geceler uzun ve soğuk
Hayatın bir çöl gibi, büyümekten korkuyorsun
Saatin çekicin kayaya vurması gibi ses çıkardığını duyuyorsun
Hatırla -yalnız değilsin yalnız değilsin yalnız değilsin

Hadi! Duyabiliyor musun?
Vahşinin Çağrısı!
Kalk ayağa ve dövüş
O plastik sırıtışlarını silip at!

Okyanustan dışarı süründün, kalp atışların yavaş ve zayıftı
İki ayağın üzerinde kalktın, kıyafetler aldın üstüne ve konuştun
“Ev” dedikleri bir yerde terk edildin sonunda
Hatırla – Yalnız değilsin yalnız değilsin yalnız değilsin

Hadi! Duyabiliyor musun?
Vahşinin Çağrısı!
Kalk ayağa ve dövüş
O plastik sırıtışlarını silip at!
Neden sana hala çocukmuşsun gibi davranan o dangalakları dinleyesin?
Onun yerine başka bir durak bul
Vahşinin çağrısına uy
Vahşinin çağrısı....

Sana seni sevdiklerini söylerler, bir örümceğin sineği sevmesi gibi
Güvende olduğuna dair and içerler sana ama gözlerinin içine bakmazlar asla
İşlenmiş, düzenlenmiş, sakatlanmış ve kontrol edilmiş
Hatırla – yalnız değilsin yalnız değilsin yalnız değilsin

Hadi! Duyabiliyor musun?
Vahşinin çağrısı
Kalk ayağa ve dövüş
Ve o plastik sırıtışlarını öldür
Neden sana hala çocukmuşsun gibi davranan o dangalakları dinleyesin?
Vahşinin çağrısına uy
Vahşinin çağrısı

Thursday, May 1, 2008

May Day

Hava enfes. Nasıl olmasın ki? Mayıs'tayız. Baharın en harika ayı. Herkesin içinde rahatlık var. Hayvanlar mutlu. Hatta kuşlar ötüyor, ağaçlar yemyeşil. Canlıların hepsi üremeye vermiş kendini. Cafélerin hepsinin kapıları ardına kadar açılmış, dışarıya masalar yerleştirilmiş. Müşterilerin ayaklarının arasından kediler geçiyor. Sokakta çocuk sesleri dolaşıyor. Dondurmalar yeniyor, meyveler tadlarının en güzel olduğu mevsimde.

Bu harika ayın ilk günü bugün. Herkesin yıl içinde beklediği tarihlerden biri. Ama nedeni bu harika olayları kutlamak değil. Bugün 1 Mayıs, İşçi Bayramı.Yataktan kalkarken bunu bilerek uyanıyorum. Kazancı Yokuşu'nda oturduğum için. Ama gerçek Kazancı Yokuşu değil benim oturduğum yer. Herkesin bildiği, Kanlı Mayıs'ın Kazancı Yokuşu değil. Gerçek Kazancı Yokuşu artık Osmanlı Yokuşu olarak geçiyor. Onun paralelindeki sokaksa benim oturduğum 'temiz' ve 'yeni' Kazancı Yokuşu. Karanlık tarihe çekilmiş bir kamuflajın tam göbeğinde uyandım bugün.

Düşündüğüm ilk şey bugünün hiç de olaylı geçmeyecek olduğuydu. Geçemezdi ki... Bu harika sabah... Odamın içine dolan güneş. İçimi ısıttı. Salona gittim. Mehmet ordaydı. Bütün camlar da açık. Geçen sene olduğu gibi camımızda patlayacak gaz bombaları yoktu demek ki! Harika. Belki en sonunda bayram nasıl kutlanır, öğrenmişti birileri. Evet, kulağa fazlaca saf geldiğini biliyorum. Ama bu o kadar saf ve temiz bir bahar sabahıydı ki... Ona uyum sağlamamak mümkün değildi benim için.

Ama Mehmet sokağın girişini polisin kapattığını ve kimsenin ordan çıkamadığını söyledi. Şok olmuştum. Kendi hapishaneme baktım. Evimden, sokağımdan çıkamıyordum. Neydi bu şimdi? Kim, hangi hakla beni evime kilitliyordu? Ve neden? 1 Mayıs olduğu için mi? Kendi bayramlarını istedikleri gibi Taksim Meydanı'nda kutlaya o adamlar, bugün hangi cürretle işçilerin, o sokağın gerçek sahiplerinin kendi bayramlarını kutlamasını engelleyebiliyorlar? Sözde bizi koruyacak olanlar, nasıl ellerinde silahlarla özgürlüğümüze böyle kolayca müdahale edebiliyorlar?

Mehmet gitti, babam uyandı hemen ardından. Televizyonu açtık. CNN Türk'te haberleri izlemeye başladık. Taksim'in her yeri sanki savaş bekleniyormuş gibi abluka altına alınmış. Sloganları, pankartlarıyla gelen insanların karşısında silahları, kalkanları, panzer ve gaz bombalarıyla polisler. Gerçi insanlar gelemiyor ki hiç bir yere. Veya gidemiyorlar. Ursula LeGuin insanları içeri kapatmak ve dışarıda bırakmanın aynı şey olduğunu söyler. Hepimiz hapis olmuşuz, copları ve tüfekleriyle polisler de gardiyanlarımız. Kaçış ihtimalinden korkuyorlar. Ama elimize kaçmaktan başka şans da vermiyorlar. O sokakları inşa eden insanların oraya ayak basmasını engelliyorlar. O da yetmezmiş gibi DİSK'in önünde yapılan eylemleri de engelliyor ve bir de DİSK binasına göz yaşartıcı gaz sıkıyorlar. (ki bu en kötüsü de değil. Bir de Şişli Etfal Hastanesinin acil bölümü nasibini aldı bu gaz bombalarından.)

Ama başarılı oldular. Kimse Taksim'e gidemedi. Gitmeyi deneyip de başarısız olmadılar en acısı. Gitmekten vazgeçtiler. Gerçi şaşırdığımı da söyleyemem. DSP otobüsünün tepesinden açıklama yaptıklarını unutmamak gerek.

Bütün gün evde kalamadık. Arka sokaktan Cihangir Caddesindeki Baykuş'a gitmek üzere ayaklandık. Mavi şeytanlara baktım aşağı inince. Sanki piknikteymiş gibi oturmuşlar bizim sokaklarımıza. Keyiflerine bakıyorlar. Ne hakla benim Taksim'e çıkmamı engelledikleri bir kez daha aklıma geliyor ister istemez.

“Kendimi hiç de güvende hissetmiyorum” diyorum babama. “Tam tersine... Ellerindeki o silahlarla her an, her hangi bir şeyi bahane ederek saldırabilirler bana.” Baykuş'a varıyoruz. Cihangir caddesi güvenli. Polis yok.

Dışarıya oturuyoruz. Kahvaltı söyleyip kedi seviyoruz. Her şey iyi güzel derken bir grup eylemcinin sesleri duyuluyor. Ilk görünen dalgalanan kara bayraklar. Evet, anarşistlerin yolu buraya düşmüş. Eh... Su akacak bir yatak bulur kendine. Polislerin olmadığı bir yer elbet bulacaklardı. Sokakta ıslıklar ve destekle karşılandılar. Yanımda babam “Tamam da. Sıkışacaklar burada” dedi. Evet. Cihangir Caddesi güvenli. Ama çıkışı değil.

Fazla zaman geçmedi. Hemen karşıdaki merdivenlerden gaz yükseldi. Herkes koşuşturmaya kaçmaya başladı. Biz de içeri girdik.

Şimdi de dükkanın iç tarafında oturmaya zorlanmıştık.

Taksim Meydanı'na çıkan bütün yollar tıkalı, İstiklal Caddesi'ndeki gruplara sık sık gaz bombası sıkılmakta. Gerçi polislerden göremiyoruz eylemcileri. Koyu mavi-beyaz renkleri hakim her yere. Sıkı yönetim var sanki.

Kuşlar daha fazla ötemiyorlar çünkü tepemizden geçen helikopterler korkutuyor onları. Çocuklar koşturduğu zaman anneleri engelliyor onları eylemcilerin sesi duyulduğunda. Ama eylemcilerden korumak için değil, onları takip eden polislerden korumak için. Bakan Çelik 1 Mayıs olaysız geçtiği için sevindiğini belirtiyor. Evet. Tabii ki bir kaç kişinin biber gazından bayılmasının bahsini yapamaz. Emekçilerin bayramlarını istedikleri gibi kutlayamadığından da bahsedemez. Olaysız öyle mi? Bu baskı bir olay değilse ne? Bu baskı büyük bir şiddet değilse ne?

Kaldırım taşlarını yerlerinden söküp polislere fırlattılar. “Kaldırımların altında toprak var.” Bunun üzerine 'provakatör' dendi onlara. Ne hakla? Slogan attıkları her yerde üzerlerine gaz sıkan sen ne hakla onlara provakatör dersin? Bilmiyorlar mı eğer orada polisler olmasaydı olaysız bir şekilde günün biteceğini. Tabii ki biliyorlardı. Bu kadar açık bir şeyi görmemek mümkün mü? Amaç da bu değil mi zaten. Onların kaldırım taşlarını fırlatmasını istiyorlar. Ki, 'bakın görün. Iyi ki ordaydık. Daha kötü şeylerin olmasını engelledik' diyebilsinler. Daha sonra büyük bir yüzsüzlükle çıkıp, sanki vahşetin nedeni eylemcilermiş gibi suçlamalarını sunabilsinler. Ve sonra bu faşizmin kanıtı olarak, kimseye kendi sesini çıkarma hakkını veremesinler.

Paranoya taklidiyle, baskı uygulayan bu insanların artık barajın taştığı zamanki öfkesini yaşama zamanı geldi. Etki ve tepki dünyanın kanunudur. Ve uzun zamandır tepkilerimiz bastırılıyor. Öfke gittikçe artıyor. Her gün yeni bir göz açılıyor. Uyanış hızlanmalı. Her şey apaçık ortada. Sadece bakmak gerekli.

Kafamın içinde fısıldayan sesler
Sanki adımı sesleniyor gibiler
Ağır bir el yatağımı sallıyor
Uyanıyorum ve gerilimi hissediyorum

Yine zorluyorlarmış gibi hissediyorum... yine zorluyorlar

Neden herkesin gittiği yere gitmek zorundayım?
Neden herkesin yaptığını yapmak zorundayım?
Bana fazla yaklaşmandan hoşlanmıyorum
Parmağının altında olmak istemiyorum

Yine zorluyorlarmış gibi hissediyorum... yine zorluyorlar

Neden sadece beni yalnız bırakmıyorsun?
Yalnızlık sadık bir arkadaştır
Işıkları kapa – evde değilim
Göremiyor musun, yardımına ihtiyacım olmadığını?

Ben yavaş gitmek istediğimde sen hızlanıyorsun
Yürümek istediğimde beni koşturuyorsun
Beni taşlı yoldan aşağı yuvarlıyorsun
Konuştuğun zaman kafamı karıştırıyorsun

Zorluyorlarmış gibi hissediyorum... yine zorluyorlar

Neden sadece beni yalnız bırakmıyorsun?
Beni sınıra sürüklüyorsun
Sen ipimi çekmeden gitmeliyim
İyi zamanlar nereye gitti bilmiyorum

Kafamdaki bu acıdan bıktım artık
Korkuyorum ve zorlanıyorum – yine zorluyorlar

Kaldırabileceğimden daha fazlasını alıyorum
Kafama sarılmış bir bant gibi
Eğer zorlamaya devam edersen bir şeyler kırılacak
Düşünmeme neden oluyor, Ölsem daha iyi olurdu

Neden sadece beni yalnız bırakmıyorsun?
Yalnızlık sadık bir arkadaştır
Hayatımı tek başıma sınıflandıracağım
Sadece bu baskının son bulmasını istiyorum.

Kafamdaki bu acıdan bıktım artık
Korkuyorum ve zorlanıyorum – yine zorluyorlar

Saturday, April 26, 2008

MR. FREEDOM





Fotoğrafçılığıyla tanınan William Klein'ın az sayıda filminden biri olan Mr. Freedom, Amerika Birleşik Devletleri'nin dış politikasına ironik bir bakış atmış zamanında. “Özgürlük” kavramının ABD'nin ellerinde aldığı şekli belki de en iyi yöntemle sunuyor önümüze. ABD'nin silahını elinden alıp gerisin geri saplıyor.
Her sahnesinde güldüğünüz ve eğlendiğiniz bu film pek de komedi filmi sınıfına girebilecek bir eser değil. Ne kadar eğlenseniz de, olayın ciddiyetinden kopamıyorsunuz. Üstelik 1969 tarihli bir filmin ciddiyetini bu şekilde koruması ister istemez düşündürüyor insanı. Neden değişmedik? Neden 40 yıl sonra bile hala aynı yerdeyiz?
Filmde ilk olarak gözümüze çarpan şey, her şeyin iki tarafa ayrılmış durumda olması. “Kızıllar ve Mavi-Beyaz-Kırmızılar”. Filmin baş kahramanı Mr. Freedom ise Amerika'nın özgürlük savaşçısı, Mavi-Beyaz-Kırmızıların en ünlü kahramanı; bir nevi Superman. Amerika'nın dünyayı kurtaran süper-adamlar fantezisiyle bol bol dalga geçilmiş filmde. Özellikle süpermarket olarak tasarlanmış bir Birleşik Devletler Konsolosluğunda, büyükelçinin Mr. Freedom'a “Batman nasıl?” diye sorması bu benzetmenin aydınlığa kavuşmasını sağlıyor adeta. Mavi-Beyaz-Kırmızı kostümünün içindeki (ki sözü geçen kostüm bir Amerikan Futbolu formasıdır) Mr. Freedom ile Superman arasındaki bağ açığa çıkıyor.
Gerçi Superman'in suçu neydi ki? Masumların hayatını kurtarmaktan başka? Bu noktada Mr. Freedom'ın abartmalarla dolu olduğunu hatırlatalım ve devam edelim: Superman aslında Amerikan Rüyası olarak bilinen, sömürerek yaşama rahatlığını savunuyordu. Aynı Mr. Freedom gibi...

Filmin ele aldığı esas nokta Amerika'nın dış politikası. Özellikle “demokrasiyi götürme” yöntemi. Filmin çekildiği dönemde Vietnam'a demokrasi götürülüyordu, günümüzde ise söz konusu demokrasi Irak'a götürülmekte.
Mr. Freedom'ın sık sık dile getirdiği bir ifade vardır. Her yeri bombalamak, her farklı düşüneni öldürmek gereklidir ki, insanlar şiddetin aslında bir şeyi çözmeyeceğini anlasınlar. Bunun için “özgürlük” kelimesini ileri atar. William Klein tam olarak bu noktada kendini gösteriyor. “Özgürlük” sadece bir kelimedir. Zira sosyalistler Mr. Freedom'a karşı olan eylemlerinde “Özgürlük'e Hayır!” sloganları atarlar. Buradaki tezat gözden kaçabilecek gibi değil. Özgür olmak için aslında “özgürlük” kelimesine ihtiyaç yoktur.
Üstelik sürekliliği devam eden sadece politik eleştiriler değil. Hollywood klişeleri de arada geçen 40 yılda güncellik kazanmış değil. Dünyayı kurtaran Amerikalı, aşık olduğu kadın, en yakın dostunun düşmanı tarafından acımasızca öldürülmesi... Bunların hepsi herkesin bir şekilde tanıdığı olaylar. Otel odasındaki Mr. Freedom'a getirilen kahvaltının içinde aslında zehir olduğunun anlaşılması ve uyanık (!) Mr. Freedom'ın yemeği getiren hizmetçiye zehirli olan omleti yedirmesi çok gördüğümüz sahnelerden başka biri tabii ki. O odadaki ölülerin sayısının giderek artması (dolapta saklanan Rus Ajanı) ve Mr. Freedom'ın istifini hiç bozmadan gününe devam etmesi de bu klişenin güçlenmesini sağlıyor. Zira bildiğimiz gibi Hollywood filmlerinde insan öldürmenin ne kadar kolay olduğu ortada.
Klein, insanların beynindeki yerleşmiş kalıpların eleştirisine Hollywood ile başlıyor ve televizyon dünyasıyla devam ediyor. Filmdeki ses kullanımı o kadar amatörce ki bilinçli bir amatörlük olduğu ilk duyumlarda anlaşılabilir. Sık sık senkronizasyonun tutmadığını, seslerin soğuk ve yapay bir tonla bize ulaştığını görüp duyuyoruz. Eski Amerikan televizyon dizilerinin başarısız seslendirmeleri geliyor ister istemez akla.
Amerika'nın en büyük kahramanı olan Mr. Freedom adaletin savaşçısıdır. Öldürerek, saldırarak, marşlar söyleyerek amacına ulaşma peşindedir. Kadınların sevgilisidir. Büyük bir binanın içine girer, bir odacığa kapanır ve bir “doktor”dan talimatlarını alır (tekrar; ne kadar tanıdık öyle değil mi?). Doktor, Freedom'ı Fransa'ya gönderir. Fransa, kızıl “şeytanlar” tarafından ele geçirilmek üzeredir. Fransızlar başbelası olsalar da komünizmin boyunduruğu altına girmelerine özgürlük adına izin verilmeyecektir.
En yakın arkadaşı olan Kaptan Formidable, Fransa'da “Rus Köylü” tarafından öldürülmüştür. Mr. Freedom, Rus Köylü'nün ve adamlarının kökünü kazımak için gittiği Fransa'da, Formidable'ın karısı Marie-Madeleine ile tanışır. Marie-Madeleine seksi elbiselerinin altında bir “Freedom” mayosuyla dolaşmakta ve her fırsatta bu mayoyu teatrallikle ortaya çıkarmaktadır. Marie-Madeleine sayesinde Mr. Freedom, Fransa'daki Freedom ordusuyla tanışır. Bu cesur adamlara Amerika'dan gelen, içinde kalem şeklinde bombalarında bulunduğu birer savaşma seti verir. Bunula herkes savaşa hazırdır ve Fransa'ya özgürlük ve demokrasi götürülecektir. Rus Köylü'nün ise yalnız olmadığı ortaya çıkar. “Kızıl Çinli” de ordadır. Rus Köylü'nün Mr. Freedom ile anlaşma yapmaya yeltenmesi onu kızdırmıştır. Rus Köylü, kocaman kırmızı bir kostümün içerisindeyken, Kızıl Çinli devasa bir robotumsudur.
Mr Freedom, Rus Köylü ile görüşmeye gider ve bir tabelaya çarparak kendini ciddi şekilde yaralar. Rus Köylü, onu tedavi eder. Amacı Mr. Freedom'ı anlaşma için ikna edebilmektir. Mr. Freedom kaçar ve kaçmasına Rus Köylü'nün isteğiyle yardım eden Rus ajanı Kızıl Marie'yi de öldürür. Fakat bu hareketi Kızıllar tarafından hoş karşılanmaz ve sonuç olarak Kızıllar, Freedom karargahına saldırmaya başlarlar. Bu sırada Mr. Freedom'ın aşık olduğu kadın olan Marie-Madeleine'in aslında bir Rus ajanı olduğu ortaya çıkar. En sonunda ise Kızıllar karargahı bombalayarak yok eder. Mr. Freedom, harabenin ortasında, bir kolu kopmuş bir şekilde yatarken kolunun içinden çıkan kablolar gözümüze çarpar. Kanı akan, maço, tamamen yozlaşmış olsa da duyguları olan bu karakter bir robottan başka bir şey değildir.
Sonuç olarak kapitalizmin ektiğini biçeceğini anlatan filmin Marksist bir duruşa sahip olduğu söylenebilir. Ama yine de bir komünizm güzellemesi olduğunu söylemek güçtür. İronik bir şekilde dalga geçilen elbetteki Amerika Birleşik Devletleri'nin sistemidir. Fakat zaman zaman “Kızıllar”a da dokundurulduğu gözden kaçırılmamalı. Özellikle Rus Köylü'nün Mr. Freedom ile olan ilişkisi, Sovyet Rusya ile ABD arasındaki ilişkinin bir özeti gibi adeta. Entrikalar, karşılıklı tuzaklar, iki tarafında aslında birbirlerinden daha iyi olmadığını gösteriyor.
Zaten Mr. Freedom'ın yenilişinin arkasında Rus Köylü'nün olduğunu söylemek de zordur. Mr. Freedom'ın yenişilinin sebebi Kızıl Marie'nin ölümüdür. Kızıl Marie, aslında verilen kurbandır. Simgeleştirilir ve Mr. Freedom'a karşı silah olarak kullanılır.
Amerika'nın simgesi Mr. Freedom'ın her zaman üç renk giyinen grubuna karşılık, her zaman tek bir renk giyen Kızıllar vardır. Kostümlerin, oyunculuğun, seslendirmedeki amatörlüğün, filmin renklerinin son derece abartılı olarak kullanıldığı bu filmde bütün bu öğeler Hollywood ve televizyonun bir eleştirisi. Film Amerika'nın dış politikasının medya sektörüne ne kadar işlediğinin ve insanların beyninin yıkanması için nasıl kullanıldığının bir göstergesi. Ama aslında bütün o Amerikan hayatının güzellemesini yapan filmlerinin (çocuk filmlerinden, yetişkinler için yapılan ataerkil aksiyon filmlerine) altında yatan vahşet sergileniyor filmde.
Mutlu aile tablosunun arkasından sızıp gelen kanlı bir hançeri fark etmemizi istiyor William Klein. Başta da söylediğim gibi, bunun için ABD'nin silahını kullanıyor, kendi endüstrisini, kendi beyin yıkama aracını. Üstelik onun yarattığı bütün değerleri kullanıyor. Sadece bunları gizleyen süslemeleri kaldırarak. Filmde kadın vücudunun metalaştırılması, silahların konuşması, erkek egemenliğinin her yerde kendini göstermesi, klasik Amerikan bakış açısını gözümüze sokuyor.
Aslında Mr. Freedom da bir Hollywood gişe filminden beklenecek olan her şey var. Öte yandan bir filmden isteyeceğiniz en son şeyler de onda. İkisi mükemmel bir karışım yaratıyor. Bu gerçekdışı film, korkutucu bir gerçeklik kazanıyor. Beynimize çözülmesi zor bir soru yerleştiriyor: “Tekrar mı ediyor her şey, yoksa aslında tekrar edicek kadar bile değişim yaşayamıyor muyuz?”. Doğanın kanunun değişim olduğunu aklınıza geldiğindeyse daha korkunç bir şey fark ediyorsunuz: İnsanlar, her şeyi daha hızlı ve daha kolay hale getirmeyi değişim sanmakta. Çözümse hla üretilememiş. Dertlerimiz 40 yılı aşkın süredir değişmemiş. İnsanlık yerinde saymakta...

Friday, April 11, 2008

Blacksad

Comic Noir


1950ler.
Bir dedektif ve onun karanlık dünyası....
Yalnız bu dedektif bir kedi...
Şanssız bir kara kedi....
John Blacksad.



John Blacksad
öfkelendiği zaman tırnaklarını çıkartmaktan tereddüt etmeyen bir kahraman.
Sık sık birisinin yakasına yapışmışken veya tırnaklarıyla bir yere imza bırakmış olarak görülebilir.



John Blacksad gözyaşı dökmez.
O acısını karanlıkta yaşar.
Kimseye söylemez kendinden başka.
Sevdiği kadını ise her zaman sever.



Blacksad created by:
Juan Diaz Canalez
Juanjo Guarno


Tuesday, April 8, 2008

Lived in Bars

We've lived in bars barlarda yaşadık
and danced on the tables ve masalarda dans ettik
hotels, trains and ships that sail oteller, trenler ve yelken açan gemiler
We swam with sharks köpekbalıklarıyla yüzdük
and fly with aeroplanes in the air ve uçaklarla uçtuk havada

Send in the trumpets trompetleri gönder
the marching wheelchairs uygun adım tekerlekli sandalyeler
Open the blankets aç battaniyeleri
and give them some air ve havalandır onları biraz
swords and arches kılıçlar ve yaylar
bones and cement kemikler ve çimento
the lights ışıklar
and the dark of the innocent of men ve insan masumiyetinin karanlığı

We know your house so very well evini çok iyi biliyoruz
We will wake you seni uyandıracağız
Once we walked up all your stairs tüm merdivenlerini çıktığımızda

there's nothing like living in a bottle bir şişede yaşamak gibisi yok
And nothing like ending it all for the world dünya için her şeyi bırakmk gibisi yok
we're so glad you will come back geri döneceğin için çok mutluyuz
every living lion will lay in your lap tüm yaşayan aslanlar kucağına uzanacak
The kid has a homecoming çocuk eve geliyor
The Champion the horse şampiyon ve at
Who's gonna play drums, guitar kim davul ya da gitar çalacak
or organ with chorus ya da organ bir koroyla birlikte
As far as we've walked yürüdükten sonra
from both of ends of the sand kumun iki yanından da
Never have we caught hiç yakalayamadık
A glimpse of this man bu adamın bir bakışını bile

We know your house so very well evini çok iyi biliyoruz
And we will bust down your door ve kapını dağıtacağız
If you are not there Sen orada olmadığın zaman

We've lived in bars barlarda yaşadık
and danced on tables ve masaarda dans ettik
hotels, trains and ships that sail oteller, trenler ve yelken açan gemiler
We swim with sharks köpekbalıklarıyla yüzeriz
and fly away with aeroplanes ve uçaklarla uzaklara uçarız
out of here buradan uzaklara
out of here buradan uzaklara


Cat Power

Friday, March 28, 2008

Brand Neu!!!

Die Ärzte'nin son single'ı LASSE REDN!
youtube.com açılsın da videoyu izleyelim diye az beklemedik.
enjoy! =)

Warum Werde Ich Nicht Satt???

Wim Wenders tarafından çekilen Die Toten Hosen Klibi. Yıl 1999.
Wim Wenders da Die Toten Hosen gibi doğma büyüme Düsseldorflu. Daha beraber çok klip, film çekerler =))

Palermo Shooting

Wim Wenders bir film yapmaya karar verir.
Palermo'ya kafa dağıtmaya giden bir fotoğrafçının öyküsünü anlatacaktır bu filmde...
Baş rol oyuncusu ise Alman Punk-Rocker, ruhumun isyan bayrağının üzerindeki sloganların altına imza atmış Die Toten Hosen'in vokalisti Campino!! 'dur.
Kadroya Lou Reed'i, Patti Smith'i, Dennis Hopper'ı, Milla Jovovich'i yerleştirir.
Usta bir yönetmen, harika bir aktör, güzel bir kadın ve rockstarlar (gerçi star demek ne kadar doğru bilinmez, stardan çok müzisyenlikleri var -gönlümüzün starları =P)... Bir filmden daha ne istenebilir ki???

Wim Wenders & Campino - Palermo'da

Saturday, March 15, 2008

the Real Folk Blues

the Real folk Blues
Sadece gerçek üzüntü nedir bilmek istiyorum
Çamurlu bir suda oturmak
O kadar da kötü bir hayat değil
İlk seferinden sonra sona erer

Umut, umutsuz
ve Şans tuzaklarla dolu
Ne doğru ya da yanlış
Paranın iki farklı yüzü gibi

Serbest kalana kadar daha ne kadar yaşamalıyım?

the Real Folk Blues
Sadece gerçek bir zevk yaşamak istiyorum
Bütün bu parlaklıklar aslında altın değil

Thursday, February 21, 2008

Desecration Smile

sadece yüzümdeki gülümseme için...

kutsal şeyleri yıkan kutsal bi gülümseme için...

tanıdık bi ses ve yüzler için...

kalbimi saran sıcaklık için...

arkadaki harika gün batımı için...

günün sıcaklığını hala içinde barındırdığını hissettiğiniz kumların varlığı için...

meleklerin şehrindeki melekler için...

fundalıkta yatan çayırkuşu için...

All alone not by myself
Another girl bad for my health
I've seen it all through someone else
(Another girl bad for my health)

Celebrated but undisturbed
Serenaded by the terror bird
It's seldom seen but its never heard
(Serenaded by the terror bird)

Never in the wrong time or wrong place
Desecration is the smile on my face
The love I made is the shape of my space
My face my face

Disintegrated by the rising sun
A rolling black out of oblivion
And I'd like to think that I'm your number one
(I'm rolling black out of oblivion)

I wanna leave but I just get stuck
A broken record runnin' low on luck
There's heavy metal coming from your truck
I'm a (a broken record runnin' low on luck)

Never in the wrong time or wrong place
Desecration is the smile on my face
The love I made is the shape of my space
My face my face

We could all go down to
Malibu and make some noise
Coca Cola doesn't do the justice
She enjoys
We could all come up with
Something new to be destroyed
We could all go down

I love the feeling when it falls apart
I'm slow to finish but I'm quick to start and
Beneath the heather lies the meadowlark
And I'm
(Slow to finish but I am quick to start)

Never in the wrong time or wrong place
Desecration is the smile on my face
The love I made is the shape of my space
My face my face

Never in the wrong time or wrong place
Desecration is the smile on my face
The love I made is the shape of my space
My face my face

Yeah

Tuesday, February 19, 2008

Thursday, January 31, 2008

She just talking to her self, talking to her self

She is a genius!

Berlin Duvarı'nın yıkılmasından önce kendisiyle yapılmış bi röportajla karşınızda: the Mother of Punk NINA HAGEN, meine damen und herren, enjoy.

Wednesday, January 23, 2008

Ve Zarlar Atıldı...

Dovie'andi se tovya sagain
(Zarları atma zamanı)

ASHANDAREI:
"Thought is the arrow of time,
Memory
never fades,
What was asked is given,
The price is paid."



Almost dead yesterday,
maybe dead tomorrow,
but alive, gloriously alive, today.
Mat Cauthon



Kupa kuruyana kadar dans edeceğiz
ve ağlamasınlar diye kızları öpeceğiz
ve zarları atıp gideceğiz
Gölgelerin Jak'ı ile dans etmeye.


Ay koştuğunca dans edeceğiz tüm gece,

ve kızları hoplatacağız dizlerimizde,
ve sonra siz de at süreceksiniz benimle,
Gölgelerin Jak'ı ile dans etmeye.

Bütün gece şarkı söyleyip bütün gece içeceğiz,
ve tüm paramızı harcayacağız kızlara,
ve bittiği zaman, çekip gideceğiz,
Gölgelerin Jak'ı ile dans etmeye.

Bira ve şarapta tat var biraz

ve güzel bilekli kızlarda,

ama benim asıl aldığım haz,
Gölgelerin Jak'ı ile dans etmekte

Atacağız zarları nasıl düşerlerse,
ve sarılacağız kızlara uzunda olsalar kısa da

sonra Genç Mat'i izleyeceğiz nereye çağırırsa
Gölgelerin Jak'ı ile dans etmeye



"Luck is a horse to ride like any other."
mat cauthon

"You can't see it, or feel it. We ride with evil now, Mat. Watch yourself."
Rand Al'Thor

Tuesday, January 22, 2008

SO BAD


Çok güçlü olabilirim

Görev üzerinde bir aslan gibi
Yanlış yapamam
Gece ve gündüz dövüşebilirim
Son kararım bu!

Çünkü dünya...

Çok kötü- Diet Soda gibi
Çok kötü - 37 savaş sayabilirim
Çok kötü - Arkadaşlar kullanılır
Çok kötü - The Doors'un vokalistini kaybettik
Çok kötü - U.F.O komploları
Çok kötü - Açlık ve umutsuzluk
Çok kötü - Hiroshima, Tomsk, Çernobil
Çok kötü - Asla iyileşmeyecek

Çok iyi olabilirim
Bir Tanrıça gibi
Artı, gösterişsizim
Hiç... Hiç korkum yok
Bütün yolu giderim
Nasıl dua edeceğinizi gösterebilirim

Çünkü dünya....

Çok kötü - Ölümcül kemoterapi
Çok kötü - HIV hakkında yalanlar
Çok kötü - Son şansımızı da kaybettik
Çok kötü - Hepimiz Shiva'nın dansını yapıyoruz
Çok kötü - Genetik obsesyon
Çok kötü - Yanlış kullanılmış atom enerjisi
Çok kötü - Süpriz süpriz; kültür endüstrisi
Çok kötü - Helmut Kohl!

Yanlış yapamazsın
Eğer benim tarafımda savaşırsan
Eğer bu kararı verirsen

Çünkü dünya...

Çok kötü - I.R.A ve R.A.F.
Çok kötü - Gerçekten kör ve sağır mıyız?
Çok kötü - Yugoslavya tecavüzü
Çok kötü - Kimse bundan kaçamaz
Çok kötü - Nazi deliliği
Çok kötü - Sahte mutluluk
Çok kötü - Nefret ediyorum Televizyonumdan!

NINA HAGEN



Wednesday, January 9, 2008

Lets Go Get Lost

Hey ho, lets go hey ho, lets go
Hey ho, lets go hey ho, lets go



Yolcuyum ben
Giderim ve giderim

Şehrin arka taraflarına giderim
Yıldızların gökyüzünden fırlayışlarını izlerim

Evet, onlar parlak bomboş gökyüzünde

Biliyorsun sen, bu gece çok güzel görünüyor
Yolcuyum ben







Çok fazla yol, diyorum sana
Çok fazla yol biliyorum
Çok fazla yol, çok fazla yol
Dağın zirvesi, nehrin en
ginliği
Gidilecek çok fazla yol
Çok f
azla yol
...

Çok fazla yol, diyorum sana
New York'tan San Francisco'ya
Çok fazla yol biliyorum

Tüm istediğim beni evime götürecek biri
Yüksek yoldan alçağa
Çok fazla yol biliyorum
Çok fazla yol, çok fazla yol

Geceyarısı güneşinin diyarından
Buz mavisi güllerin büyüdüğü yere
Altın ve gümüş karların olduğu bütün yollarla birlikte
Yüksekçe haykırmak ve alçakça m
ırıldanmak
Çok fazla yol biliyorum
Çok fazla yol ruhumu rahatlatmak için



Were on a road to nowhere
Come on inside
Takin that ride to nowhere

Well take that ride


Sudan'ın çöllerinde
Japonya'nın bahçelerinde
Milan'dan Yukatan'a
Her kadın, Her erkek
...
Borneo'nun vahşilerinden
Bordeaux bağlarına
Eskimo ve Arapaho
Vücutlarını hareket ettirirler oraya ve ötesine

...
Tiger Koyu limanında

Mandalay yolunda
Bombay'den Santa Fe'ye
Tepeler üstünden ve uzağa...




I know you rider you gonna miss me when I'm gone